Türkiye’nin geleceğini ne belirliyor?

Uzun yıllardan beri, “Gençleri dinleyelim” ya da “Yaşlıları dinleyelim” gibi önermeleri hep sorguladım. “Neden gençleri ya da yaşlıları dinleyelim ki? Fikri, bilgisi ve söyleyecek sözü olan herkesi dinleyelim; ister genç olsun, ister yaşlı. Belirli bir yaş grubuna ayrımcılık yapmaya gerek yok.” diye düşündüm.

Bugünlerde birbirinden bağımsız birkaç olay, özellikle bu işin çocuklarla ya da gençlerle ilgili bölümünü sorgulamaya itti. Birincisi en yakınımda çocukları izlememe imkân veren oğlum Sanat ve arkadaşlarıyla ilgili. Tablet, akıllı telefon ve bilgisayarlarla yatıp kalkıyorlar ama e-posta kullanmıyorlar. Sanat bana e-postanın defalarca çok gereksiz olduğunu söyledi. Benim jenerasyonum ise e-postasız bir internet hayal edemiyor. Zamanla onların bakış açısında neden e-postanın gereksiz olduğunu anladım.

İkinci olay, gençlerin politik görüşleriyle ilgili. Gençler o kadar az okuyorlar ki, sıradan bir üniversite öğrencisine bile “Sosyal demokrasi” nedir, “liberalizm” nedir diye sorsanız, arka arkaya üç tane doğru cümle kurabileceklerini tahmin etmiyorum. Hatta daha önce üniversite mezunu, master yapan bir grup öğrenciye “küresel ısınmayı açıklayın” dediğimde “kem küm” etmenin ötesine geçememişlerdi. Gençlerin siyasal kavramlar ve dünya meseleleri hakkında “kabuk” düzeyde bilgili olduklarını bile söyleyemem. Ama son Gezi Parkı olaylarına katılan gençler (yakıp yıkmayan, marjinal örgüt üyesi olmayan, hayatlarında ilk kez sokağa çıkmış gençleri kastediyorum), tam olarak neyi savunduklarını ifade edemeseler bile, sözlü olarak ifade edemediklerini deyim yerindeyse bedenlerini ortaya koyarak ifade etmeye çalıştılar. Öyleyse bilgi ve fikir sahibi olmadan da politik olunabiliyor, sözlü olarak ifade edilemeyenler bedensel olarak ifade edilebiliyor. Birçoğumuzun anlamakta zorluk çektiği “yeni” bir şey bu.

Üçüncü olay, Kanada Toronto’da oğlum Sanat ile bir belediye otobüsüne bindiğimizde gerçekleşti. Ben bir şeyler okurken, Sanat bir şarkı mırıldanıyordu. Otobüs şoförü de onun mırıldanmasına eşlik etti. Sonradan durumun anormal olduğunu fark ettim. Bir Türk çocuğu kendi dilinde şarkı söylemek yerine, oynadığı bilgisayar oyunundan öğrendiği İngilizce şarkıyı söylüyordu. (Bu konuda faturayı ailesine kesmek için acele etmeyin.)

Dördüncü olay, 2013 TRT Popüler Çocuk Şarkıları Yarışması’nın finalinde, yarışmaya katılan 97 eser arasından “Olur Bu Dünya Çocuklara Saray” adlı eseriyle birinci olan, değerli dostum besteci Mahmut Sözer’in, yarışmadan sonra söyledikleriyle ilgili. Çocuklar için bir şeyler yapanların, hep çocukların seviyesine inmeye çalıştığını, bunun da çocuklar için yapılan her şeyi yapaylaştırdığını belirtti. Devamında “çocuklarla” ilgili kültür ürünlerinin önemsenmediğini ve gündeme de getirilmediğini ekledi. Gerçekten Mahmut Sözer olmasaydı, benim de bu yarışmadan haberim olmayacaktı. Yetişkinler için yapılan her şeyse haber. Eurovision yarışması günlerce haber oluyor; ama çocuk şarkı yarışmaları hiç haber olmuyor. Profesyonel sporlar haber oluyor; okullar arası yarışmalar hiç haber olmuyor. Sonunda ne oluyor; kitap okumadığı için hakir gördüğümüz, tabletini, akıllı telefonunu habire eleştirdiğimiz kendilerini ifade etmek için hiçbir alan bulamayan gençler, bedenleriyle meydana çıkıyor haber oluyor.

Çocuklar ve gençler değil; çocukların ve gençlerin kültürü, onların kültürlerine ve onların çağlarına yapılan yatırımlar geleceğimiz. Çocuk kültürüyle ilgili alanlarda vazgeçmemiz gereken konulardan biri de, çocukları edilgen (pasif) kendimizi de etken (aktif) konuma koymaktan vazgeçmek. Anlaması zor olsa da, birinci bu yaklaşım çalışmıyor; ikincisi, bizim onlardan öğreneceklerimiz var. Çünkü çağı onlar daha iyi kavrıyor.

Share Button

Bir cevap yazın