İsviçre’den inovasyon dersleri

Geçtiğimiz pazartesi günü Novartis isimli dünyanın en büyük ilaç şirketlerinden birinin düzenlediği bir konferans için İsviçre’nin Basel şehrine gittim. Basellilere ve inovasyonlarına hayran oldum.

Tren istasyonundan indikten sonra biraz yağmur atıştırıyordu ve taksiye binme gafletinde bulunduk, 3-4 kilometrelik yolu 45 dakikada alabildik; çok trafik olduğu için değil, tramvay ve bisikletin geçiş üstünlüğü olduğu için. Dünyanın en zengin insanlarının yaşadığı İsviçre’de yağmurlu ve soğuk bir günde dahi, İsviçreliler bisiklete ve tramvaya biniyorlar. Otele ulaştığımızda resepsiyonda her birimize oda giriş kartının yanı sıra bir kart verdiler; İstanbul’un kent kartı gibi bir kart. Otelin belediye ile anlaşması varmış, otelde kalanlar şehirde toplu ulaşım araçlarına ücretsiz biniyorlar. Böylece şehre gelen turist ve iş insanlarının toplu ulaşımı kullanmasını teşvik edip trafiği azaltıyorlar.

Akşam yemeği için otelden ayrılırken Novartis’in üst düzey bir Türk yöneticisi yemeğe kadar bize eşlik etti ve Basel’i gezdirdi. Bu Türk yönetici, tıp alanında Harvard Üniversitesi’nde kendi konusunda master yapmış. Harvard Üniversitesi’nden Türkiye’ye döndüğünde çalıştığı isim yapmış Türk holdingi kendisine eskiden verdiği ücretle çalıştırmayı teklif edince, o da ‘kusura bakmayın’ demiş. Bu parlak beyni kim kapmış dersiniz? Novartis elbette. Bu Türk yönetici bizi şehrin çok ilginç bir noktasına da götürdü. Basel şehrinin pirinçten bir modelinin önüne. Mini modelleri herkes sever, ben de severim. Ancak bu mini modelin sırrını bir süre sonra keşfettim. Bu mini model görme engelliler için yapılmıştı. Bir görme engelli, ellerini kullanarak bütün şehirdeki binaları tanıyabiliyordu. Bu mini modelin hemen yanında da kabartma harflerle şehrin tarihçesi anlatılıyordu.

Novartis’in ilaç alanındaki araştırma ve inovasyonlarının tanıtılacağı toplantı öncesinde düzenlenen akşam yemeğinde oluşturulan ülke masalarının her birine üst düzey bir Novartis yöneticisi de misafir oldu. Anlattıklarının hepsi çok ilginçti ama işe Almanya’daki evinden İsviçre’ye günde 25 km bisiklet sürerek geldiğini öğrendiğimde hayran oldum. Bizde aynı statüdeki müdürlerin lüks arabalardan inip bisiklete bindiğini düşünmek mümkün bile değil.  Ertesi gün Novartis’in kampüsüne girdiğimizde hep birlikte bir kez daha şaşırdık. Kampüs alanında binlerce bisiklet park halindeydi. Anlaşılan o ki, bu şirket klasik itibar simgelerine takılıp kalmak yerine gerçekten araştırma ve yenilik yapılıyordu. Novartis’te dünya genelinde araştırma-geliştirmede çalışan bilim insanı sayısı 6 bin. 6 bin beyne her ay hatırı sayılır ücretler ödeniyor. Hepsi hastalıkları tedavi edip insanlığa hizmet etmek için.

Bu toplantıda bize tanıtılan araştırma ve yenilikler MS ve RVO hastalığının tedavisi ya da bu hastalıkların belirtilerinin giderilmesiyle ilgiliydi. RVO’nun körleşmeye götüren bir hastalık olduğunu öğrendiğimde, bu hastalığın durdurulmasının bile ne kadar önemli olduğunu hemen anladım. MS hastalığını ise bir ara annemin yattığı bir hastanedeki servis komşusundan biliyordum. Bu baş edilmesi çok zor hastalıkların yaygın türlerini durduracak yenilikler bulduklarını, binlerce gönüllü üstünde yapılan tedavi girişimlerinde olumlu neticeler aldıklarını öğrendim. Beni en çok etkileyen şey ise inovasyon konusundaki yaklaşımları oldu. Her konuda sınırsız bir araştırma yapmak yerine, mekanizmasını anladıkları hastalık ya da biyolojik sistemlerde inovasyon yapmaya çalışıyorlar. Bu da elbette daha hızlı ve garantili sonuç almalarına yardım ediyor. Novartis’ten hem Türkiye hem Türk şirketleri için çıkardığım ders şu: Dünya liderliği için inovasyona daha fazla beyin ve bütçe ayırmalıyız.

Share Button

Bir cevap yazın